Vaktiyle bir çoban methini duya duya, hiç görmediği padişahın kızına âşık olur. Ne yapsa, ne etse de mâşukuna kavuşsa?!.. Bu dert, içten içe kendini yakar bitirir.
Bir kendisine, bir de gönlündeki kızın mevkiine bakar, çaresizlik içinde gündüzleri bile geceye döner. Bir gün dostlarından biri, derdine merhem olacak birisini tanıdığını söyler. Çoban, dostunun önünde diz çöker, elini ayağını öpmeye çalışır ve:
“-Ey azîzim! Ne olur, derdime bir dermân!..” diye yalvarır.
Arkadaşı ona, uzaklarda yaşayan bir ALLAH dostunun ismini verir. Çoban, bütün her şeyini terk eder ve yollara düşer. Arayıp sorar ve sözü edilen zâtı bulur. Ona başından geçenleri anlatır ve kendisinin bu büyük acısını dindirip dindiremeyeceğini sorar. O zât:
“-Kolay oğlum!..” der. “Yalnız benim dediklerimi harfiyyen yapacaksın. Şimdi seni bir mağaraya götüreceğim. Orada anlatacağım şekilde 40 gün boyunca durmadan gündüz «ALLAH!» diyeceksin. Başka hiç kimseyle görüşmeyecek, benim getirdiklerim dışında hiçbir şey yeyip içmeyeceksin!.. Tamam mı?”
Genç çoban, bu yapacaklarının, padişahın kızıyla alâkasını anlayamamakla birlikte onun dediklerini büyük bir teslimiyetle kabul eder. ALLAH dostu, çobanı insanlardan uzakta bir mağaraya yerleştirir. Ona zikir tâlim eder. Çoban, padişahın kızına kavuşabilmek umuduyla büyük bir heyecan içinde “ALLAH” der. Aradan günler geçer.
Ülkenin padişahı çok ağır bir hastalığa yakalanır. Ülkenin bütün hekimlerine haber gönderilir. Herkes maharetini sergilemek için elinden geleni yaptığı hâlde bir sonuca ulaşamazlar. Bunun üzerine padişah, ülkesindeki mânevî doktorları aratmaya başlar.
Pek çok kimsenin ismi saraya bildirildiği hâlde “mağarada tek başına yaşayan derviş”in kerâmetleri padişahın ilgisini daha çok çeker. Bu derviş, o kadar dünyadan el çekmiştir ki, kimseden hiçbir şey kabul etmemekte ve hiçbir insanla konuşmamaktadır. Padişah, âilesini ve kızını yanına alarak bu münzevî dervişi gizlice ziyarete gitmeye karar verir.
O gün, çobanın zikre başladığının 39. günüdür. Saraydan yola çıkan kâfile, şehrin dışına çıkar. Bineklerinden inerek dağa tırmanırlar ve mağaranın önüne gelirler. Padişah, mağaradaki çobana seslenir:
“-Derviş efendi, ben bu ülkenin padişahıyım. Bir hâcetimiz var. Bizimle görüşmeyi kabul eder misin?”
İçeriden hiçbir ses gelmez. Çoban içten içe:
“-Evet, bak, padişah mağaranın önüne kadar geldi. Hadi biraz da gayret!..” deyip “ALLAH, ALLAH!..” zikrini tekrar etmektedir. Padişah, bu dervişi biraz daha merak eder ve kızını da yanına alarak, mağaraya girer. İçeride köşesine çekilmiş, ibâdetle meşgul olan zayıf-nahif bir genç görür. Tam derdini anlatacakken, çoban bir sayha koparır ve:
“-Ey ALLAH’ım, sen ne büyüksün!.. Zikrin ne yüce!.. Başka bir niyetle adını zikredenin ayağına padişahla kızını bile getirirsin. Artık tek maksudum sensin!.. Af et beni Rabbim!..” der.
Sonra daha büyük bir vecd içinde, “ALLAH” zikrine devam eder.